Küçük Ali
Odanın içi karanlıktı, yalnızca perdelerin arasından sızan ay ışığı duvarlara solgun gölgeler düşürüyordu. İlk bakışta her şey olağan görünüyordu: ortada yuvarlak bir masa, üzerinde ters çevrilmiş bardaklar, yere saçılmış mumlar… Fakat havada ağır bir koku vardı; yanmış tütsüyle karışık, boğucu bir şey.
Masanın etrafında iki yetişkin oturuyordu. Küçük Ali’nin “annemle babam” dediği kişiler, boş gözlerle karşılarındaki duvara bakıyor, dudakları kıpırdasa da ses çıkmıyordu. Parmakları birbirine kenetlenmiş, neredeyse taş kesilmiş gibiydiler.
Mehmet, kalbinin hızla çarptığını hissederek telsizine uzandı ama birdenbire içeriden derin ve tiz bir kahkaha yükseldi. Ses, onların dudaklarından değil, sanki odanın içindeki boşluktan geliyordu. Küçük Deniz, korkuyla annesinin eteğine sarıldı.
Ayşe, çocuğun göz hizasına inip fısıldadı:
“Bize her şeyi anlat evladım… onlar ne zamandır böyle?”
Deniz’in yanaklarından yaşlar süzülürken titrek sesiyle cevap verdi:
“Dün gece başladı. Birden uyandım, annemle babam odanın ortasında mum yakıyordu. Onları durdurmaya çalıştım ama… biri onların içine girdi.”
O sırada masanın üzerindeki bardaklardan biri kendi kendine hareket edip yere düşerek kırıldı. Gürültüyle birlikte odadaki hava daha da ağırlaştı. Mehmet silahını eline aldı, Ayşe ise çocukları korumak için geri çekilmelerini işaret etti.
Kapı aniden kapanıp onları içeride kilitledi. Perdeler dalgalanıyor, odanın duvarlarından fısıltılar yükseliyordu. İki polis birbirine bakarken tek bir şey düşündüler:
Burada sıradan bir aile kavgasından çok daha fazlası vardı…