Geniş evimizdeki sabahlar her zaman aynı şekilde başlardı. Güneş, uzun pencerelerden süzülerek antika mobilyaların üzerine düşer, toz zerreciklerini altın rengine boyardı. Ben yatağımda uyanır, yanımda yatan kır saçlı adama bakardım. Ali. Kocam. Ali’yle evleneli iki yıl olmuştu. O, hayatımda tanıdığım en nazik, en cömert insandı. Bana dünyaları vermişti. Bu evi, pahalı elbiseleri, seyahatleri… Ama kalbimi verememişti. Kalbim, gençliğimin coşkusuyla, başka bir şey arıyordu. Ali uyurken, sessizce yataktan kalkardım. İpek sabahlığımı üzerime geçirir, aşağı inerdim. Kahvemi hazırlarken, dün geceki anılar zihnime doluşurdu. Dün gece, Ali iş seyahatindeyken, kapım çalmıştı. Karşımda, kaslı vücudu ve delici bakışlarıyla, bahçıvanımız Emre duruyordu. Emre, benden sadece birkaç yaş büyüktü. Onunla ilk tanıştığım andan itibaren, aramızda bir çekim olduğunu hissetmiştim. Emre içeri girdiğinde, tereddüt etmedim. Dudaklarıma yapıştı, beni kollarının arasına aldı. O gece, kendimi onun kollarında kaybettim. Gençliğimin ateşi, Emre’nin tutkusuyla birleşmişti. Kahvemi yudumlarken, suçluluk duygusu içimi kemiriyordu. Ali’ye ihanet ediyordum. Ama kendimi durduramıyordum. Emre’nin dokunuşları, Ali’nin bana veremediği bir şeyi veriyordu. Ali uyandığında, ona her zamanki gibi gülümsedim. Kahvaltısını hazırladım, ona sevgiyle baktım. O, hiçbir şeyden şüphelenmiyordu. Günler böyle geçiyordu. Ali’yle birlikte, lüks hayatımın tadını çıkarıyordum. Ama geceleri, Emre’nin kollarında, gerçek tutkuyu yaşıyordum. Bir gün, Ali bana hamile olduğumu söyledi. Şok oldum. Bu çocuk, Ali’nin miydi, yoksa Emre’nin mi? Devamını okumak için diğer sayfaya gecebilirisniz..